B) Tâbiîler
Hz. Muhammed (s.a.s)’in sahabilerinin devrine
yetişen, onları gören, imân sahibi olduğu halde onlarla beraber bulunan ve imân
üzere vefât eden kişiler, sahabeden hadis nakledenler.
Arapça bir kelime olan tâbiûn, “tebi-e”
fiilinden gelmektedir. Bu fiil, birinin izinde yürümek, ona tabi olmak,
beraberinde bulunmak, cemâatın namazda imama tabi olması gibi manaları ifâde
eder. Bu fiilden ismi faili, “tâbiun” dur. Sonuna nisbet ya’sı bitişince,
“tabiî” olur. Bunun çoğulu da, “tâbiûn” dur. Kelime olarak Türkçe karşılığı;
uyanlar, tabi olanlar demektir. Dinî anlamda da, Hz. Muhammed (s.a.s)’in
sahabilerine tabi olan, onları takib eden nesil için kullanılır. Arap gramerine
göre, tâbiûn kelimesi ref’ halindedir, yani ötreli okunma durumundadır. Bunun
nasb ve cer (kesreli ve fethalı) okunma hali ise, “tâbin”dir. Buna göre “tâbiûn”
ve “tâbin”, aynı anlamda olan iki kelimedir.
Müslüman bir kişinin Tâbiûn’dan sayılabilmesi
için, Sahabileri gördüğünde, görüp işittiğini hafızasında tutabilecek bir yaşta
olması gerekir.
Tâbiûn, İslâmın ikinci neslinden oluşmaktadır.
Onlardan sonra gelen nesle de, “etbâu’t-tâbiîn” veya “tâbeu’t-tâbiîn” denir.
İlk tabiînin kim olduğu hususunda alimlerin
farklı yorumları vardır. Bazı alimler, “Yalnız bir sahabiyi gören kişi Tabiûndan
sayılır” demişler, diğer bazı alimler de, yalnız görmeyi, bir araya gelmiş
olmayı yeterli kabul etmemişlerdir. Onlara göre, bir kişinin Tâbiûndan
sayılabilmesi için, Sahabilerle sohbette bulunmuş olması gerekir. Onun için
Tabiûn’un başlangıcı net bir şekilde tesbit edilmemiştir.[1]
Tâbiûn devri hicri 120 tarihlerine kadar devam
etmiştir. Tâbiûn devri, İslâm kültür hayatının son derece gelişen ve parlak olan
devridir. Siyâsi iktidar bakımından bu dönem, Emevilerin hakimiyetine rastlar.
Sahâbilerin tabakaları hakkında olduğu gibi,
Tâbiûn’un tabakaları hakkında da alimlerin farklı yorumları olmuştur. Herkes
onları kendilerine göre farklı bir şekilde tabakalara ayırmıştır. İmam Müslim,
Tabileri üç, İbn Sa’d dört, Hâkim de onbeş tabakaya ayırmışlardır. Hâkim’e göre
ilk tabaka, Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on sahabî)’yi görenlerdir.
Onlar da şu zatlardır: Kays b. Ebi Hazm el-Becelî, Ebu Osman en-Nehdî, Kays b.
Ubâd el-Kaysî, Ebu Sasan Hüseyn b. el-Münzir er-Rekâsî, Ebu Vâil, Şakik b.
Seleme el-Kufi, Ebu Recâ el-Utaridî.
Bunlar muhadremûndandırlar. Muhadremûn, hem
cahiliye döneminde ve hem de İslâm döneminde bulunduğu halde, Hz. Muhammed
(s.a.s) ile buluşamayan müslümanlara verilen bir ünvandır. “Sahih” sahibi
Müslim, bunların sayısını yirmi olarak zikretmiştir.
Tâbiûn neslinin hadis rivâyetinde, Tefsirde,
nahv’ın gelişmesinde, fıkhî konuların oluşmasında ve diğer çeşitli ilimlerde
büyük hizmetleri olmuştur. Hadislerin yazılması ve tasnif edilip konularına göre
kısımlara ayrılması onların öncülüğünde gelişmiştir. Tabiûn neslinden hadis
yazan çok kişi vardır. Bunların en meşhurları İbn Şihâb ez-Zühri, Said İbnu’l-Müseyyeb,
Said b. Cübeyr, Hasan el-Basri, İbrâhim en-Nehai vb.dirler.
Tâbiûn neslinden fıkıh ilmi ile de meşgul olan,
bu sahada hizmeti geçen bir çok kişi vardır. Medine’de, arkadaşları arasında
fıkıh ilminde temâyüz eden, ileri derecelere ulaşan yedi zat olmuştur ki,
bunlara “fukahâ-yı seb’â” adı verilir ve onlar da şunlardır: Saîd b. el-Müseyyeb,
Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekr es-Sıddîk, Urve b. ez-Zubeyr, Harice b. Zeyd b.
Sabit, Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Ubeydullah b. Utbe b. Mes’ûd ve Ebu
Eyyûb Süleyman b. Yesâr el-Hilâlî.
Sonradan fetvaları taklid edilen ve mezheb imâmı
olarak kabul edilen kişilerden yalnız Ebu Hanife, Tâbiûn neslindendir. Diğer
mezhep imâmları, daha sonraki nesillerdendirler.[2]
Tâbiûn zamanında tefsirde de büyük gelişmeler
kaydedilmiştir. Bu dönemdeki tefsir çalışmaları, tefsirin ikinci dönemi olarak
kabul edilmiştir.
Tâbiûn’un tefsirdeki görüşlerinin delil olarak
kabul edilip edilmemesi hususunda, alimlerin farklı görüşleri vardır. Bazı
alimler onların görüşlerini delil olarak kabul ederken, diğer bazı alimler de,
onların görüşlerini delil olarak kabul etmemişlerdir.
Tâbiûn, döneminde Mekke, Medine ve Irak’ta
tefsir okulları gelişmiştir. Bu okullarda, Tâbiûn neslinden büyük tefsir
alimleri yetişmiştir. Bu alimlerden bazıları şunlardır: Tâvus b. Keysan, İkrime,
Atâ b. Ebi Rabah, Zeyd b. Eslem, Alkame b. Kays, Mesrûk, Uveys b. Zeyd, Mürre
el-Hamedânî, Muhammed b. Ka’b el-Kurezî.[3]
Diğer çeşitli ilim dalları da, Tâbiûn döneminde
gelişme kaydetmiştir. Bu ilim dallarında, büyük ilim adamları yetişmiştir.
Tâbiûn devri, bütün ilim dalları için gelişme devri durumundadır.
Tâbiûn’un fazileti, Kur’an’a dayanmaktadır:
“Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabb’imiz,
bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimide inananlara karşı
bir kin bırakma! Rabb’imiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”
(el-Haşr, 59/10).
Bu ayette, Tâbiûn’un güzel vasıfları dile
getirilmiştir. Onların dönemi, bu ayet nazil olduktan sonra gelmiştir. Onların
döneminden önce, Yüce Allah onlardan överek bahsetmiştir.
Ayette ifâde edildiği gibi, insanlar arasında
ırk, mekân, vatan, kabile, renk gibi hiç bir ayırım yapmadan, bütün imân ehli
için dua etmişlerdir. Tâbiûn, tevhid, imân ve inanç kervanı, duaları da imân
duasıdır. Onlar, ne şerefli bir kervan ve duaları, ne güzel bir duadır![4]
Konu ile ilgili olan diğer bir ayetin meâli
şöyledir:
“Muhâcirlerden ve Ensârdan (İslâm’a girmekte)
ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar… Allah onlardan razı
olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara, altlarından ırmaklar
akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş
budur.” (et-Tevbe: 9/100)
Ayette geçen “tabi olanlar” ifâdesi, müfessirler
tarafından iki mana da yorumlanmıştır. Birincisi, onları takib eden, onlardan
sonra gelen Tâbiûn nesli demektir. İkincisi ise, kıyâmet gününe kadar din, imân,
ahlak ve takvada onlara tabi olan insanlar olarak kabul edilmiştir.[5]
Hz. Muhammed (s.a.s) de, çeşitli hadislerde
Tâbiûn’u övmüş, methetmiştir:
“Ne mutlu beni görüp imân edene! Ne mutlu beni
göreni görene!..”[6]
“Ümmetimin en hayırlıları, benim zamanımda
yaşayan Sahabelerdir. Ondan sonra, onlardan sonra gelen nesildir ve ondan sonra
hayırlı olanlar da, onlardan sonraki nesildir”[7]
Tâbiûn’un son tabakasını, en son ölen Sahabeyi
görenler oluşturmuştur. Buna göre son tabi, Mekke’de Ebu’t-Tufeyl Amir b.
Vasile’yi gören Halef b. Halife’dir (180/796). Halef’in ölümüyle Tâbiûn’un sona
erdiği kabul edilir.[8]
Tâbiî, Hâkim en-Neysâburî’nin de dâhil
bulunduğu, ulemâdan ekseriyetin kabul ettiği tarife göre, Sahâbe (radıyallahu
anhüm)’den biriyle veya birkaçıyla karşılaşmış olan mümin kimsedir. Sahâbeliğin
sübûtunda imâna mukârin olmak şartıyla uzaktan bile olsa Resûlullah’ı görmek
yeterli sayıldığı halde burada, Sahâbî ile mülâkat şart koşulmuştur. Hattâ İbnu
Hibbân, görüşmeyi de yeterli bulmayıp, sahâbeden gördüğünü ve işittiğini
zabtedecek yaşta olması şartını koşar. Bağdâdî, Sahâbî ile olacak Lika’nın kısa
değil, bir müddet devam edecek bir sohbet olması gereğinde ısrar eder. Bu farklı
görüşlere rağmen ekseriyet karşılaşmayı yeterli gördüğü için, Enes’ (radıyallahu
anh)’i görmüş bulunan A’meş’i (V. 148/765), Yahya İbnu Ebî Kesîr’i (V. 129/746),
Cerîr İbnu Hâzım’i (V. 170/786) Tâbiîn’den saymışlardır. Keza Amr İbnu Hureys
(radıyallahu anh)’i gördüğü için Musa İbnu Ebî Aişe’yi; Abdullah İbnu Ebî Evfa
(radıyallahu anh)’yı gördüğü için Mansûr İbnu el-Mu’temîr’i (132/749) Tâbiîn’den
saymışlardır. Halbuki bunların görmeleri mücerred bir görmedir, hiçbirinin
sahâbilerden muttasıl rivâyetleri mevcut değildir.[9]
Tabileri bilmenin, hiç şüphesiz onları
sahabilerle karıştırmamak, etbau’t-tabiinden olanları da tabii saymamak
bakımlarından önemi büyüktür. Tabiiler, İslam kültürünü ve davetini sonrakilere
ulaştırmakta sahabilerden görevi devralmış bir nesildir.
Tabiilerin en büyüğü ve faziletlilerinin kim
olduğu konusu, her şehir ve yöre halkınca farklı şekilde tesbit edilmişse de
genelde Said b. El-Müseyyeb (veya el-Müseyyib) kabul edilmiştir. Uveys
el-Karani’dir diyenler de vardır. Hatta Ömer b. El-Hattab’ın “Tabiinin en
hayırlısı kendisine Uveys denilen kişidir.”[10]
Buna göre Uveys el-Karani’yi tabiin’in en hayırlısı kabul etmek gerekmektedir.
Hanımlardan da Hafsa binti Sirin ve Amra binti
Abdirrahman sayılmalıdır.
Tabiilerin ilimler tarihindeki en büyük rolü,
başta hadis ilmi olmak üzere İslami ilimlerin tedvin, tasnif ve neşrini
gerçekleştirmekte kendisini gösterir. Medine, Mekke, kufe’nin fıkıh ve hadis
ilimlerinin merkezleri olarak dikkat çekmesi hep bu dönemde olmuştur.[11]
[1]
Celâluddin es-Süyûti, Tedribu’r-Râvi fi Şerhi Takribi’n-Nevev, Mısır 1379,
s. 416 vd.
[2]
Zeynuddin Ahmed b. Ahmed b. Abdullatif ez-Zebıdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı
Tecrid-i Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, Ankara 1970, Mukaddime, s. 30 vd.
[3]
Mahmud Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsû ve’l-Mufessirûn, Lübnan 1976, 1, 99 vd.
[4]
Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, Beyrut, tsz., XXVIII, 41 vd.
[5]
el-Kâdı Beydâvi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vl, Mısır 1955, I, 207;
Muhammed Ali es-Sâbûnı, Safvetu’t-Tefâsir, İstanbul 1987, I, 559.
[6]
Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/248, 257, 264.
[7]
Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe: 1, Rikâk: 7.
[8]
Nureddin Turgay, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/71-72. Tabiilerin ilk vefat
edeni Ebu Zeyd Ma’mer b. Yezid (30/651)’dir. (İsmail Lütfi Çakan, Hadis
Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 88.)
[9]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/535-536.
[10]
Bk. Şerhu Elfiye: 4/55.
[11]
İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları: 87-88.